Bahar-ül Habis
Güneş ilk ışıklarıyla karanlık geceyi aydınlatıyor, sabahın geldiğini tüm parlaklığıyla haykırıyordu. Horozlar görevini henüz yapmıştı. Sabahın ayazında sadece hafif esen rüzgarın ve okula gitmeye çalışan çocukların sesi duyuluyordu.
Karaca Ali ve Akça Hâlil köyünü birbirine bağlayan, eskiden asfalt olan ancak aşınınca devlet tarafından çakılla kaplanan ana yolun üzerinde küçük bir grup öğrenci ilerliyordu. Arkadaşlarına nazaran daha kısa ve tıknaz olan Hasan, baharın gelmesiyle henüz erimeye başlayan, yol kenarında aylardır duran karları yumuşak kısmından bir parça koparıp, arkadaşlarına atarak sabah eğlencesini başlattı. Bunu her sabah illâki içlerinden biri yapar ve ufak bir kar topu savaşı yapılırdı.
Okul iki köyün tam ortasına yapılmıştı. İki köyün ortak okulu olduğu için çocuklar 2 km’lik yolu her gün yürümek zorundaydı. İlkbaharın gelmesi onlar için iyi haberdi. En azından havanın pozitif değerlerde olması bile yeterliydi. Bunu yanında bir aya kalmaz karlar eriyecek ve en büyük eğlencelerini gelecek kışa kadar bitirecekti.
Çocuklar nihayet okula ulaşmıştı. Bir metre kadar yükseklikteki okul duvarının ardındaki okul bahçesine tek tek girdiler. Görünüşe bakılırsa, henüz başka kimse gelmemişti. Karaca Ali Köyü’nün imamının oğlu Mahmut, Hasan ile birlikte grubun biraz daha önünde ilerliyor, bir yandan da muhabbet ediyorlardı. Mahmut, Hasan’a gülerek; “Yine ilk biz gelmişiz…” dedi. Ama Hasan hiç oralı değildi. Gözleri büyümüş, hafif beyazlayan yüzünde kızaran burnu ortaya çıkmıştı. Birden koşmaya başladı. Diğerleri de nedenini anlayamadan peşinden koştular. Hasan öğretmen lojmanının kırık camlarını göstererek, “Camları kırmışlar!” diye bağırdı. Hep beraber, hızlıca lojmanın açık kapısından girdiler. İçerisi darmadağınıktı…
“Öğretmenim, öğretmenim!..” bağırışları dışarıdan bile duyuluyordu. Yine önde Hasan olmak üzere dışarı çıktılar, yüzlerindeki meraklı ifadelerle. Hasan çok hızlı koştuğu için hemen okula ulaştı. Kapı kapalıydı. Biraz sağa sola bakındıktan sonra, yine kırık olan kapının camından elini sokarak içeriden kapıyı açtı.
Yerdeki kan izleri, kanını dondurdu. Adrenalin damarlarında delice dolaşırken, heyecanını ve korkusunu zirveye çıkardı. Kalbi fırlayacakmışçasına atıyordu. İzleri takip etti. Zaten küçük olan okulda izlerin kaynağını bulmak zor olmadı. Takip onu sınıfa götürdü. İçeri girince yüzündeki ifade anlatılacak gibi değildi. Ama ufacık gözlerindeki dehşet çok belliydi. Yerde çok sevdiği öğretmenin cansız bedeni sırtüstü yatıyordu. Göğsünden akmış olan kanlar yerin rengini kırmızıya çevirmişti. Çocuk “Öğretmenim!!!” dedikten sonra, ağlayarak öğretmenin bedenine sarıldı. Son bir kez kafasını kaldırdı, ve kanlı elleriyle gözleri açık giden öğretmenin gözlerini kapattı…
Hayrettin Engür
Güneş ilk ışıklarıyla karanlık geceyi aydınlatıyor, sabahın geldiğini tüm parlaklığıyla haykırıyordu. Horozlar görevini henüz yapmıştı. Sabahın ayazında sadece hafif esen rüzgarın ve okula gitmeye çalışan çocukların sesi duyuluyordu.
Karaca Ali ve Akça Hâlil köyünü birbirine bağlayan, eskiden asfalt olan ancak aşınınca devlet tarafından çakılla kaplanan ana yolun üzerinde küçük bir grup öğrenci ilerliyordu. Arkadaşlarına nazaran daha kısa ve tıknaz olan Hasan, baharın gelmesiyle henüz erimeye başlayan, yol kenarında aylardır duran karları yumuşak kısmından bir parça koparıp, arkadaşlarına atarak sabah eğlencesini başlattı. Bunu her sabah illâki içlerinden biri yapar ve ufak bir kar topu savaşı yapılırdı.
Okul iki köyün tam ortasına yapılmıştı. İki köyün ortak okulu olduğu için çocuklar 2 km’lik yolu her gün yürümek zorundaydı. İlkbaharın gelmesi onlar için iyi haberdi. En azından havanın pozitif değerlerde olması bile yeterliydi. Bunu yanında bir aya kalmaz karlar eriyecek ve en büyük eğlencelerini gelecek kışa kadar bitirecekti.
Çocuklar nihayet okula ulaşmıştı. Bir metre kadar yükseklikteki okul duvarının ardındaki okul bahçesine tek tek girdiler. Görünüşe bakılırsa, henüz başka kimse gelmemişti. Karaca Ali Köyü’nün imamının oğlu Mahmut, Hasan ile birlikte grubun biraz daha önünde ilerliyor, bir yandan da muhabbet ediyorlardı. Mahmut, Hasan’a gülerek; “Yine ilk biz gelmişiz…” dedi. Ama Hasan hiç oralı değildi. Gözleri büyümüş, hafif beyazlayan yüzünde kızaran burnu ortaya çıkmıştı. Birden koşmaya başladı. Diğerleri de nedenini anlayamadan peşinden koştular. Hasan öğretmen lojmanının kırık camlarını göstererek, “Camları kırmışlar!” diye bağırdı. Hep beraber, hızlıca lojmanın açık kapısından girdiler. İçerisi darmadağınıktı…
“Öğretmenim, öğretmenim!..” bağırışları dışarıdan bile duyuluyordu. Yine önde Hasan olmak üzere dışarı çıktılar, yüzlerindeki meraklı ifadelerle. Hasan çok hızlı koştuğu için hemen okula ulaştı. Kapı kapalıydı. Biraz sağa sola bakındıktan sonra, yine kırık olan kapının camından elini sokarak içeriden kapıyı açtı.
Yerdeki kan izleri, kanını dondurdu. Adrenalin damarlarında delice dolaşırken, heyecanını ve korkusunu zirveye çıkardı. Kalbi fırlayacakmışçasına atıyordu. İzleri takip etti. Zaten küçük olan okulda izlerin kaynağını bulmak zor olmadı. Takip onu sınıfa götürdü. İçeri girince yüzündeki ifade anlatılacak gibi değildi. Ama ufacık gözlerindeki dehşet çok belliydi. Yerde çok sevdiği öğretmenin cansız bedeni sırtüstü yatıyordu. Göğsünden akmış olan kanlar yerin rengini kırmızıya çevirmişti. Çocuk “Öğretmenim!!!” dedikten sonra, ağlayarak öğretmenin bedenine sarıldı. Son bir kez kafasını kaldırdı, ve kanlı elleriyle gözleri açık giden öğretmenin gözlerini kapattı…
Hayrettin Engür
En son hyro tarafından Salı Şub. 19, 2008 7:29 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi