IRK
Son basamağı da çıktı. Üzerine bastığı basamağa oturdu. İnsanlar hep böyle yapardı.
Soluk soluğa kalmıştı. Bir süre sadece nefes aldı ve kalbinin yorgun atışlarını dinledi. Şakaklarından süzülen terleri elinin tersiyle sildi. Vücuduna oranla biraz büyük olan kafasını zor taşıyordu, boynu öne doğru bükülmüştü.
“Hepsi gitti,” diye bir cümle geçirdi aklından. “Sadece ben kaldım.”
Yukarıdan – gökyüzü diyemiyordu çünkü gök olduğuna emin değildi, hatta bir yüz olduğuna hiç inanmıyordu – yansıyan ısıtıcı ışık, beton kitleleri aydınlatıyordu. Sonsuz gibi görünen bir kuyudaydı şimdi. Aşağıya baksa, başı döner ve dengesini kaybederdi. Sonra yarım saat boyunca düşerdi. Çok yüksekteydi.
Üst üste koyulmuş beton küplerden oluşuyordu içinde bulunduğu yapı. Yapımı imkânsızdı. İnsan gücüyle – akıl yahut beden – böyle bir yapının oluşturulması olanaksızdı. Zaten bu yüzden burası Dünya sayılmazdı.
Beton bir kuyuydu. Ya da bir kule. Sonsuzluğa doğru yükseliyormuş gibi görünen ve insan bakışının yukarıdan vuran ışıkla birlikte kaybolmuş gibi gördüğü duvarlardan birinde, çıkıntı sayılabilecek kadar ensiz merdivenler vardı. Bir duvardan, diğerine doğru zikzaklar çizen ve hatırı sayılır bir eğimle yükselen merdivenler. Ölçüsü muazzam bir biçimde ayarlanmış, her basamağı aynı yükseklikte olan merdivenler.
“O ışıkta ne var? O ışık ne?” diye sordu kendisine. Bu müthiş merak dinlendiriyordu aslında onu, soluklanmak ya da bir basamağa oturup beklemek değil. Gerçi bir sonraki salona ulaşmasına az kalmıştı, orada güzel yiyecekler ve su bulma ihtimali çok yüksekti ama...(Hepsi gitti) hayatta olduğu gibi burada da her şey müşterekti. Kendisine verdiği telkinler ile tırmanmayı sürdürüyordu.
“O ışığa ulaşacağım. Bunu yapmalıyım.”
Bir ara aşağı atlamayı da düşünmüştü. Gözlerini kapayacaktı, atlayacaktı ve...son. Zahmetsizce, uçar gibi. Belki dibe vurduğunda, kemikleri kırıldığı ve iç organları pürüzsüz beton zemine saçıldığı zaman biraz acı çekerdi ama, yine de şimdiki kadar olacağını sanmıyordu.
Bütün bu sanılara rağmen tırmanmayı sürdürdü. Çünkü oraya merdiven yapmışlardı. Kim ya da ne olduğunu tam olarak bilmiyordu – ah, belki de bizzat Şeytan’ın kendisiydi – ama yapmışlardı. Yani birilerinin gelip tırmanmasını istiyorlardı. Çünkü bu derece muazzam bir yapıyı inşa etmiş olan varlıkların, merdiven kullanacaklarını sanmıyordu. Bu mantıksız olurdu.
Kat 4825
“Mustafa, ben dayanamayacağım” diyen Maxim duvara yaslanarak yere çöktü. Yüzü sapsarıydı. Gözleri küçülmüş ve şişmişti. Üzerindeki beyaz cüppe, terden sırılsıklam olmuştu.
“Hayır, hayır! Şimdi sırası değil Maxim, hiç değil!” Arkadaşını kolundan tutup kaldırmaya çalıştı. “Salona çok az kaldı! Orada dinleneceğiz!” Saatine baktı. “Birkaç saat sonra ışık sönecek ve sadece bir fenerimiz kaldı; onun da pili bitmek üzere! Haydi Max, kalk!”
Maxim acı acı gülümsedi. Duvara dayadığı başını iki yana salladı. Hafifçe gerilmiş boynundaki âdem elmasını dalgalandıran bir yutkunmadan sonra konuştu. “Hayır dostum, hayır... O salonu hiç ama hiç merak etmiyorum, biliyor musun? Çünkü orada insanın aklını kaçırtan şeyler oluyor! Evet! M’bjane’in ne hale geldiğini gördün! Simsiyah kıçı olan iri yarı bir yamyamdı M’bjane! Evet, öyleydi ama aklını kaçırdı! O kahrolası kıt aklını kaçırdı! Sizin kitabınızı ezbere söylemeye başladı! Okuma yazmaya bilmeyen o yamyam yaptı bunu! Hayır Mustafa, o salonu görmek istemiyorum. Tepemizdeki o ışığın arkasında her ne varsa, onu da görmek istemiyorum.” Karşı duvara bakıyordu. “Hele aklıma o küçük delikteki kadın gelince fıttıracak gibi oluyorum. Tanrım! Neden bizi seçtiler!”
Mustafa bu sefer işinin zor olduğunu biliyordu. Max çok fazla yorulmuştu, hem fiziksel, hem de zihinsel olarak. Arkadaşının açıkça söylememesine rağmen bir gerçeği çok net bir biçimde anlamıştı; o salonlar bir eleme yeriydi ve her salonda mutlaka birisi eleniyordu. Maxim bu yüzden sonraki salonu görmek istemiyordu; salon ya onu korkunç bir yolla öldürecek, ya da Mustafa’yı öldürüp onu bu kahrolası kulede yalnız bırakacaktı.
Mustafa arkadaşının yanına oturdu. “Peki ne yapmayı planlıyorsun dostum? Burada oturup bekleyecek misin?”
Varlığın sonundaki çölün ortasında bulunan kulede uzun bir sessizlik oldu. Neden sonra Maxim “Hayır,” diye cevap verdi. Gözleri dolmuştu, dudakları seğiriyordu ve oto kontrolünü kaybetmek üzereydi. “Bilmiyorum...bilmiyorum...burada öleceğimi biliyorum ve bundan sonra sadece oturup güzel günleri düşüneceğim. Son saatlerimi basamak çıkarak geçirmeyeceğim.” İsterik bir kasılışla gülümsedi. “Evlendiğimizin ilk haftasını düşünürüm. Yataktan çıkmamıştık.”
Bunun üzerine Mustafa bir kahkaha attı. “Sen uçkur düşkünü bir sapıksın dostum! Ulaşabilecek olsan o küçük, piramit şeklindeki girintide duran tırmanıcı kılıklı kadınla da seks yapardın!”
Maxim de gülmeye başladı. “Ah! Bu, merdivenleri yapan akıllı dostlarımıza ne düşündürürdü acaba?” Arkadaşının omzuna hafif bir yumruk attı. “Ama çok güzeldi! Bir tırmanıcı olamayacak kadar güzeldi!”
“Ah, evet, çok güzel bir kadındı. Neredeyse kusursuzdu.” Mustafa’nın yüzündeki gülümseme solmuştu fakat karşı duvara bakmayı sürdüren ve kadını gözünde canlandırmaya çalışan Maxim bunu fark etmedi.
“Sadece bir insanın durabilmesi için orada doğmasının gerektiği bir yerdeydi. Belki de bu yüzden ona ulaşamadım! Hah!”
Mustafa ayağa kalktı. “Haydi Max, zaman azalıyor, gitmeliyiz.”
“Peki, peki” Maxim de ağır hareketlerle ayağa kalktı, görüsü karıncalanıyor, başı dönüyordu. “Geleceğim, ama o ışığa ulaşmak için değil. Belki karşımıza bir kadın daha çıkar. Kim bilir?”
Basamakları tırmanmaya koyuldular.
Kat 4960
Mustafa arkasında olağandışı bir hareketlilik sezdiğinde dört saatlik kesintisiz bir tırmanışı gerçekleştirmişlerdi.
Arkasını döndü. Maxim kendisinden on iki basamak aşağıdaydı. Yüzüne bakıyordu. Keskin çizgilerle donatılmış suratında tuhaf bir ifade vardı. Anlamlandıramamıştı.
“Anladım” dedi. “Seni o tuzaklardan kurtaracağım Mustafa. Hatta o lanet olası ışığa ulaşmanı sağlayacağım.”
“Ne?”
Maxim basamağın kenarına geldi. Aşağıya baktı. Bulutları görebiliyordu. Aşağıda masmavi bir gökyüzü ve bulutlar vardı. Buna emindi. Hatta esen serin, tatlı rüzgârın silik hışırtısını dahi duyuyordu.
“Max, ne yapıyorsun? Saçmalama! Hey!” Mustafa telaşla basamakları inmeye başladı. O kadar telaşlıydı ki, sendeledi, yüreğinin ağzına geldiği bir an yaşadı, neredeyse düşecekti. “Max! Dur!”
Maxim başka bir şey söylemedi. Hafifçe çömelip, kollarını arkasına doğru gerdi ve suya atlayan bir dalgıç gibi zıpladı.
“Max! Dur! Hayır!”
Mustafa kollarını uzatmıştı ama yetişemedi, arkadaşının sessizce – çığlık atmadan – aşağıya doğru süzülmesini seyretti.
“Hayır!”
Sesi sonsuz beton blokların arasında çarpışarak yankılandı.
Maxim aşağıya düşüyordu. Kollarını açmıştı, bir kuş gibiydi.
Her şey çok çabuk olmuştu. Bir anda. Maxim’in bedeni küçüldükçe küçüldü ve büyüklüğün derinliğinde kayboldu. Mustafa dehşet dolu bir suratla olan biteni seyretti. Maxim’in dibe çakılmasıyla çıkacak sesi bekledi.
Duyamadı.
Kat 3718
Maxim, M’bjane’nin siyah suratının kasıldığını, ağzının çarpıldığını gördü. Sanki görünmeyen bir el adamın yüzünü çekiyordu, çekiştiriyordu, koparmaya çalışıyordu.
İri yarı zenci, yamrulan ağzını, beyaz dişlerinin neredeyse tümünü gösterecek kadar açtı ve haykırdı.
“Ne oluyor?” diye sordu Mustafa, yattığı yerden bir kâbustan uyanırcasına telaşla fırlayıp aklarının çoğunluğu yakaladığı gözleriyle bir Maxim’e, bir M’bjane’e bakarak. Kollarını düellodaki silahşorlar gibi kalçasının hizasında hafifçe aralamış, adeta sopa gibi tutmuştu.
“M’bjane!” diye bağırdı Maxim. “İyi misin?” Sonra sorduğu sorunun anlamsızlığını düşündü. Karşısında duran adam iyi değildi. Yüzündeki ifadeye bakılacak olursa sonsuza kadar iyi olamayacaktı.
M’bjane salonun sonundaki büyük (dev) aynanın karşısında duruyordu. Büyük vücudu, elektrik yemiş gibi dimdik, kaskatı duruyor ve uzuvları titriyordu. Haykırıyordu.
Maxim ve Mustafa, M’bjane’in kalkıp aynanın karşısına gittiğini görmüşlerdi. O sırada Maxim karnını doyuruyor ve M’bjane ile laflıyordu, daha doğrusu M’bjane’e Axrisska’daki kölelik günleri ile ilgili sorular soruyordu; maden işçiliği, savaşlar. Mustafa da salonun köşesindeki acem halısına uzanmış, uyumaya çalışıyordu.
Siyahî adam aynanın karşısına geçmiş ve dev, inanılmaz yapıyı seyretmişti. Kocaman, yaklaşık üç yüz metre boyunca, pürüzsüz bir ayna. Salonu aydınlatan büyük, kristal avizelerin ışığında görüntüler yansıtan, arkası sır dolu cam. Gerçekten bir arkası olsa, muhakkak merakına yenik düşüp, bakardı M’bjane, fakat ayna bir duvara yapışıktı, yahut bir duvardı.
Kendisini görüyordu. Büyülenmiş gibiydi. Aklına elmaslar geldi, ışıldayan ve yansıtan elmaslar. Cennetin kapıları gibi.
Maxim’in sesini duydu, gerilerden geliyor gibiydi. “Harika değil mi? Axrisska’da böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Aslına bakarsak, dünyada böyle bir şey yok.”
“Evet” dedi M’bjane, aynaya usulca sokularak. Elini uzatmıştı, dokunmak istiyordu. Kendisini görüyordu, tedirgin bir surat, boncuk boncuk terlerin parladığı kel bir kafa, kalın dudaklar, geniş, yayvan bir burun.
Birkaç adım yaklaşınca, aynadan çok hafif bir mırıltı geldiğini fark etti. Bir mırıltı, vızıltı, titreşim, adı her neyse, bir şey duyuluyordu. M’bjane emindi.
“Bu aynadan ses geliyor, patron.”
“Ses mi geliyor? Ah, o ses midenden geliyordur koca adam.”
Hayır, midesinden gelmiyordu, aynadan geliyordu. Emindi. Bir adım daha attı. Ses şiddetlendi, belirginleşti. Birisi, sanki bir şeyler söylüyordu. Hızla. Bir şeyler. Cümleler. Ardı ardına.
Bir adım daha attı. Duymaya başladı. Evet, birisi konuşuyordu.
Maxim, M’bjane’nin siyah suratının kasıldığını, ağzının çarpıldığını gördü. Sanki görünmeyen bir el adamın yüzünü çekiyordu, çekiştiriyordu, koparmaya çalışıyordu.
İri yarı zenci, yamrulan ağzını, beyaz dişlerinin neredeyse tümünü gösterecek kadar açtı ve haykırdı.
“Ne oluyor?”
“M’bjane! İyi misin?”
M’bjane elini aynaya doğru uzatmış, titriyordu. Bu haliyle üşüyen bir özgürlük anıtı gibiydi. Birkaç saniye, haykırarak titremeye devam etti, sonra iki yoldaşının şaşkın bakışları eşliğinde kesin bir sessizliğe büründü.
“M’bjane? Ne oldu?”
M’bjane mırıldanmaya başladı. Bu zenci köle, Axrisska’lılara has o aksanı taşıyordu; kalın sesliydi, sert sessizleri üstüne basarak söylüyordu. Fakat şimdiki mırıldanışı, bir robotun durum raporu vermesi gibiydi; ifadesiz, duygusuz, tonsuz. Bu durum, Maxim ve Mustafa’yı daha da çok korkuttu ve aklın “kavrayış”, “anlayış”ı sağlayan ve doğdukları günden itibaren gelişerek çalışan kısmına zarar verdi.
“Güneş, dürüldüğü zaman, yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman, dağlar, yürütüldüğü zaman, gebe develer salıverildiği zaman, yaban hayatı yaşayan tüm canlılar toplandığı zaman, denizler kaynatıldığı zaman, ruhlar eşleştirildiği zaman, diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman, amel defterleri açıldığı zaman, gökyüzü sıyrılıp koparıldığı zaman, cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.”
“Mustafa, bu...”
Mustafa son arzusu sorulan bir idam mahkûmu gibi ateşli bir bezginlikle, “Evet,” dedi, “Bu o!”
M’bjane mırıldanmasını giderek yükselen bir sesle sürdürüyordu.
“Ant olsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara, ant olsun, yöneldiği zaman geceye, ant olsun, aydınlandığı zaman sabaha ki, O, şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi katında itibarlı, orada itaat edilen, güvenilir bir elçinin getirdiği sözdür. Sizin arkadaşınız bir deli değildir. Ant olsun o, Cebrail’i apaçık ufukta gördü. O, gayb hakkında cimri değildir. Kur'an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. Nereye gidiyorsunuz? O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.
Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”
Son basamağı da çıktı. Üzerine bastığı basamağa oturdu. İnsanlar hep böyle yapardı.
Soluk soluğa kalmıştı. Bir süre sadece nefes aldı ve kalbinin yorgun atışlarını dinledi. Şakaklarından süzülen terleri elinin tersiyle sildi. Vücuduna oranla biraz büyük olan kafasını zor taşıyordu, boynu öne doğru bükülmüştü.
“Hepsi gitti,” diye bir cümle geçirdi aklından. “Sadece ben kaldım.”
Yukarıdan – gökyüzü diyemiyordu çünkü gök olduğuna emin değildi, hatta bir yüz olduğuna hiç inanmıyordu – yansıyan ısıtıcı ışık, beton kitleleri aydınlatıyordu. Sonsuz gibi görünen bir kuyudaydı şimdi. Aşağıya baksa, başı döner ve dengesini kaybederdi. Sonra yarım saat boyunca düşerdi. Çok yüksekteydi.
Üst üste koyulmuş beton küplerden oluşuyordu içinde bulunduğu yapı. Yapımı imkânsızdı. İnsan gücüyle – akıl yahut beden – böyle bir yapının oluşturulması olanaksızdı. Zaten bu yüzden burası Dünya sayılmazdı.
Beton bir kuyuydu. Ya da bir kule. Sonsuzluğa doğru yükseliyormuş gibi görünen ve insan bakışının yukarıdan vuran ışıkla birlikte kaybolmuş gibi gördüğü duvarlardan birinde, çıkıntı sayılabilecek kadar ensiz merdivenler vardı. Bir duvardan, diğerine doğru zikzaklar çizen ve hatırı sayılır bir eğimle yükselen merdivenler. Ölçüsü muazzam bir biçimde ayarlanmış, her basamağı aynı yükseklikte olan merdivenler.
“O ışıkta ne var? O ışık ne?” diye sordu kendisine. Bu müthiş merak dinlendiriyordu aslında onu, soluklanmak ya da bir basamağa oturup beklemek değil. Gerçi bir sonraki salona ulaşmasına az kalmıştı, orada güzel yiyecekler ve su bulma ihtimali çok yüksekti ama...(Hepsi gitti) hayatta olduğu gibi burada da her şey müşterekti. Kendisine verdiği telkinler ile tırmanmayı sürdürüyordu.
“O ışığa ulaşacağım. Bunu yapmalıyım.”
Bir ara aşağı atlamayı da düşünmüştü. Gözlerini kapayacaktı, atlayacaktı ve...son. Zahmetsizce, uçar gibi. Belki dibe vurduğunda, kemikleri kırıldığı ve iç organları pürüzsüz beton zemine saçıldığı zaman biraz acı çekerdi ama, yine de şimdiki kadar olacağını sanmıyordu.
Bütün bu sanılara rağmen tırmanmayı sürdürdü. Çünkü oraya merdiven yapmışlardı. Kim ya da ne olduğunu tam olarak bilmiyordu – ah, belki de bizzat Şeytan’ın kendisiydi – ama yapmışlardı. Yani birilerinin gelip tırmanmasını istiyorlardı. Çünkü bu derece muazzam bir yapıyı inşa etmiş olan varlıkların, merdiven kullanacaklarını sanmıyordu. Bu mantıksız olurdu.
Kat 4825
“Mustafa, ben dayanamayacağım” diyen Maxim duvara yaslanarak yere çöktü. Yüzü sapsarıydı. Gözleri küçülmüş ve şişmişti. Üzerindeki beyaz cüppe, terden sırılsıklam olmuştu.
“Hayır, hayır! Şimdi sırası değil Maxim, hiç değil!” Arkadaşını kolundan tutup kaldırmaya çalıştı. “Salona çok az kaldı! Orada dinleneceğiz!” Saatine baktı. “Birkaç saat sonra ışık sönecek ve sadece bir fenerimiz kaldı; onun da pili bitmek üzere! Haydi Max, kalk!”
Maxim acı acı gülümsedi. Duvara dayadığı başını iki yana salladı. Hafifçe gerilmiş boynundaki âdem elmasını dalgalandıran bir yutkunmadan sonra konuştu. “Hayır dostum, hayır... O salonu hiç ama hiç merak etmiyorum, biliyor musun? Çünkü orada insanın aklını kaçırtan şeyler oluyor! Evet! M’bjane’in ne hale geldiğini gördün! Simsiyah kıçı olan iri yarı bir yamyamdı M’bjane! Evet, öyleydi ama aklını kaçırdı! O kahrolası kıt aklını kaçırdı! Sizin kitabınızı ezbere söylemeye başladı! Okuma yazmaya bilmeyen o yamyam yaptı bunu! Hayır Mustafa, o salonu görmek istemiyorum. Tepemizdeki o ışığın arkasında her ne varsa, onu da görmek istemiyorum.” Karşı duvara bakıyordu. “Hele aklıma o küçük delikteki kadın gelince fıttıracak gibi oluyorum. Tanrım! Neden bizi seçtiler!”
Mustafa bu sefer işinin zor olduğunu biliyordu. Max çok fazla yorulmuştu, hem fiziksel, hem de zihinsel olarak. Arkadaşının açıkça söylememesine rağmen bir gerçeği çok net bir biçimde anlamıştı; o salonlar bir eleme yeriydi ve her salonda mutlaka birisi eleniyordu. Maxim bu yüzden sonraki salonu görmek istemiyordu; salon ya onu korkunç bir yolla öldürecek, ya da Mustafa’yı öldürüp onu bu kahrolası kulede yalnız bırakacaktı.
Mustafa arkadaşının yanına oturdu. “Peki ne yapmayı planlıyorsun dostum? Burada oturup bekleyecek misin?”
Varlığın sonundaki çölün ortasında bulunan kulede uzun bir sessizlik oldu. Neden sonra Maxim “Hayır,” diye cevap verdi. Gözleri dolmuştu, dudakları seğiriyordu ve oto kontrolünü kaybetmek üzereydi. “Bilmiyorum...bilmiyorum...burada öleceğimi biliyorum ve bundan sonra sadece oturup güzel günleri düşüneceğim. Son saatlerimi basamak çıkarak geçirmeyeceğim.” İsterik bir kasılışla gülümsedi. “Evlendiğimizin ilk haftasını düşünürüm. Yataktan çıkmamıştık.”
Bunun üzerine Mustafa bir kahkaha attı. “Sen uçkur düşkünü bir sapıksın dostum! Ulaşabilecek olsan o küçük, piramit şeklindeki girintide duran tırmanıcı kılıklı kadınla da seks yapardın!”
Maxim de gülmeye başladı. “Ah! Bu, merdivenleri yapan akıllı dostlarımıza ne düşündürürdü acaba?” Arkadaşının omzuna hafif bir yumruk attı. “Ama çok güzeldi! Bir tırmanıcı olamayacak kadar güzeldi!”
“Ah, evet, çok güzel bir kadındı. Neredeyse kusursuzdu.” Mustafa’nın yüzündeki gülümseme solmuştu fakat karşı duvara bakmayı sürdüren ve kadını gözünde canlandırmaya çalışan Maxim bunu fark etmedi.
“Sadece bir insanın durabilmesi için orada doğmasının gerektiği bir yerdeydi. Belki de bu yüzden ona ulaşamadım! Hah!”
Mustafa ayağa kalktı. “Haydi Max, zaman azalıyor, gitmeliyiz.”
“Peki, peki” Maxim de ağır hareketlerle ayağa kalktı, görüsü karıncalanıyor, başı dönüyordu. “Geleceğim, ama o ışığa ulaşmak için değil. Belki karşımıza bir kadın daha çıkar. Kim bilir?”
Basamakları tırmanmaya koyuldular.
Kat 4960
Mustafa arkasında olağandışı bir hareketlilik sezdiğinde dört saatlik kesintisiz bir tırmanışı gerçekleştirmişlerdi.
Arkasını döndü. Maxim kendisinden on iki basamak aşağıdaydı. Yüzüne bakıyordu. Keskin çizgilerle donatılmış suratında tuhaf bir ifade vardı. Anlamlandıramamıştı.
“Anladım” dedi. “Seni o tuzaklardan kurtaracağım Mustafa. Hatta o lanet olası ışığa ulaşmanı sağlayacağım.”
“Ne?”
Maxim basamağın kenarına geldi. Aşağıya baktı. Bulutları görebiliyordu. Aşağıda masmavi bir gökyüzü ve bulutlar vardı. Buna emindi. Hatta esen serin, tatlı rüzgârın silik hışırtısını dahi duyuyordu.
“Max, ne yapıyorsun? Saçmalama! Hey!” Mustafa telaşla basamakları inmeye başladı. O kadar telaşlıydı ki, sendeledi, yüreğinin ağzına geldiği bir an yaşadı, neredeyse düşecekti. “Max! Dur!”
Maxim başka bir şey söylemedi. Hafifçe çömelip, kollarını arkasına doğru gerdi ve suya atlayan bir dalgıç gibi zıpladı.
“Max! Dur! Hayır!”
Mustafa kollarını uzatmıştı ama yetişemedi, arkadaşının sessizce – çığlık atmadan – aşağıya doğru süzülmesini seyretti.
“Hayır!”
Sesi sonsuz beton blokların arasında çarpışarak yankılandı.
Maxim aşağıya düşüyordu. Kollarını açmıştı, bir kuş gibiydi.
Her şey çok çabuk olmuştu. Bir anda. Maxim’in bedeni küçüldükçe küçüldü ve büyüklüğün derinliğinde kayboldu. Mustafa dehşet dolu bir suratla olan biteni seyretti. Maxim’in dibe çakılmasıyla çıkacak sesi bekledi.
Duyamadı.
Kat 3718
Maxim, M’bjane’nin siyah suratının kasıldığını, ağzının çarpıldığını gördü. Sanki görünmeyen bir el adamın yüzünü çekiyordu, çekiştiriyordu, koparmaya çalışıyordu.
İri yarı zenci, yamrulan ağzını, beyaz dişlerinin neredeyse tümünü gösterecek kadar açtı ve haykırdı.
“Ne oluyor?” diye sordu Mustafa, yattığı yerden bir kâbustan uyanırcasına telaşla fırlayıp aklarının çoğunluğu yakaladığı gözleriyle bir Maxim’e, bir M’bjane’e bakarak. Kollarını düellodaki silahşorlar gibi kalçasının hizasında hafifçe aralamış, adeta sopa gibi tutmuştu.
“M’bjane!” diye bağırdı Maxim. “İyi misin?” Sonra sorduğu sorunun anlamsızlığını düşündü. Karşısında duran adam iyi değildi. Yüzündeki ifadeye bakılacak olursa sonsuza kadar iyi olamayacaktı.
M’bjane salonun sonundaki büyük (dev) aynanın karşısında duruyordu. Büyük vücudu, elektrik yemiş gibi dimdik, kaskatı duruyor ve uzuvları titriyordu. Haykırıyordu.
Maxim ve Mustafa, M’bjane’in kalkıp aynanın karşısına gittiğini görmüşlerdi. O sırada Maxim karnını doyuruyor ve M’bjane ile laflıyordu, daha doğrusu M’bjane’e Axrisska’daki kölelik günleri ile ilgili sorular soruyordu; maden işçiliği, savaşlar. Mustafa da salonun köşesindeki acem halısına uzanmış, uyumaya çalışıyordu.
Siyahî adam aynanın karşısına geçmiş ve dev, inanılmaz yapıyı seyretmişti. Kocaman, yaklaşık üç yüz metre boyunca, pürüzsüz bir ayna. Salonu aydınlatan büyük, kristal avizelerin ışığında görüntüler yansıtan, arkası sır dolu cam. Gerçekten bir arkası olsa, muhakkak merakına yenik düşüp, bakardı M’bjane, fakat ayna bir duvara yapışıktı, yahut bir duvardı.
Kendisini görüyordu. Büyülenmiş gibiydi. Aklına elmaslar geldi, ışıldayan ve yansıtan elmaslar. Cennetin kapıları gibi.
Maxim’in sesini duydu, gerilerden geliyor gibiydi. “Harika değil mi? Axrisska’da böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Aslına bakarsak, dünyada böyle bir şey yok.”
“Evet” dedi M’bjane, aynaya usulca sokularak. Elini uzatmıştı, dokunmak istiyordu. Kendisini görüyordu, tedirgin bir surat, boncuk boncuk terlerin parladığı kel bir kafa, kalın dudaklar, geniş, yayvan bir burun.
Birkaç adım yaklaşınca, aynadan çok hafif bir mırıltı geldiğini fark etti. Bir mırıltı, vızıltı, titreşim, adı her neyse, bir şey duyuluyordu. M’bjane emindi.
“Bu aynadan ses geliyor, patron.”
“Ses mi geliyor? Ah, o ses midenden geliyordur koca adam.”
Hayır, midesinden gelmiyordu, aynadan geliyordu. Emindi. Bir adım daha attı. Ses şiddetlendi, belirginleşti. Birisi, sanki bir şeyler söylüyordu. Hızla. Bir şeyler. Cümleler. Ardı ardına.
Bir adım daha attı. Duymaya başladı. Evet, birisi konuşuyordu.
Maxim, M’bjane’nin siyah suratının kasıldığını, ağzının çarpıldığını gördü. Sanki görünmeyen bir el adamın yüzünü çekiyordu, çekiştiriyordu, koparmaya çalışıyordu.
İri yarı zenci, yamrulan ağzını, beyaz dişlerinin neredeyse tümünü gösterecek kadar açtı ve haykırdı.
“Ne oluyor?”
“M’bjane! İyi misin?”
M’bjane elini aynaya doğru uzatmış, titriyordu. Bu haliyle üşüyen bir özgürlük anıtı gibiydi. Birkaç saniye, haykırarak titremeye devam etti, sonra iki yoldaşının şaşkın bakışları eşliğinde kesin bir sessizliğe büründü.
“M’bjane? Ne oldu?”
M’bjane mırıldanmaya başladı. Bu zenci köle, Axrisska’lılara has o aksanı taşıyordu; kalın sesliydi, sert sessizleri üstüne basarak söylüyordu. Fakat şimdiki mırıldanışı, bir robotun durum raporu vermesi gibiydi; ifadesiz, duygusuz, tonsuz. Bu durum, Maxim ve Mustafa’yı daha da çok korkuttu ve aklın “kavrayış”, “anlayış”ı sağlayan ve doğdukları günden itibaren gelişerek çalışan kısmına zarar verdi.
“Güneş, dürüldüğü zaman, yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman, dağlar, yürütüldüğü zaman, gebe develer salıverildiği zaman, yaban hayatı yaşayan tüm canlılar toplandığı zaman, denizler kaynatıldığı zaman, ruhlar eşleştirildiği zaman, diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman, amel defterleri açıldığı zaman, gökyüzü sıyrılıp koparıldığı zaman, cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.”
“Mustafa, bu...”
Mustafa son arzusu sorulan bir idam mahkûmu gibi ateşli bir bezginlikle, “Evet,” dedi, “Bu o!”
M’bjane mırıldanmasını giderek yükselen bir sesle sürdürüyordu.
“Ant olsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara, ant olsun, yöneldiği zaman geceye, ant olsun, aydınlandığı zaman sabaha ki, O, şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi katında itibarlı, orada itaat edilen, güvenilir bir elçinin getirdiği sözdür. Sizin arkadaşınız bir deli değildir. Ant olsun o, Cebrail’i apaçık ufukta gördü. O, gayb hakkında cimri değildir. Kur'an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. Nereye gidiyorsunuz? O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.
Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”