Şeyh Bedreddin meselesi, Osmanlı tarihi açısından tam bir bilmecedir. Üzerinde çok söz söylenmiştir. Bir kısım peşin hükümlü tarihçiler Şeyh Bedreddin’i, Osmanlı döneminin Cumhuriyetçisi ve ihtilalcisi diye başlarına tac etmişlerdir. Komünizm’in revaçta olduğu günlerde, “kadın hariç her şey ortaktır” dediğini iddia ederek, tarihin ilk Türk komünisti diye Nazım Hikmet’e manzum medhiye bile yazdırmışlardır. Alevî grup ise, Osmanlı Devleti’ne isyan eden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in haline bakarak onu bir Alevî Dedesi olarak görmüşlerdir; hatta kendilerine rehber edinenleri bile çıkmıştır. Bunun yanında, Osmanlı tarihçilerinin mühim bir kısmı, başlangıçta Şeyh Bedreddin’in büyük bir İslâm âlimi ve hukukçusu olduğunu, ancak sonradan Şeyh’likden şahlığa heveslendiğini ve devlete isyan ettiği için idam edildiğini ifade etmişlerdir. Bazı samimi araştırmacılar ise, Şeyh Bedreddin’in başından beri Bâtınî fikirlere sahip bir ehl-i dalâlet olduğunu hükme bağlamışlardır. Acaba hangisi doğrudur?
Kanaatimize göre ifrat da tefrit de doğru değildir. Meseleyi olduğu gibi yansıtmaya çalışmak en güzelidir. Bu sebeple Şeyh Bedreddin’i yakından tanımak en doğrusudur. Hayatı hakkında en geniş bilgiyi torunu Halil tarafından Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin adıyla kaleme alınan eserden öğreniyoruz. Şeyh Bedreddin hakkında şunları biliyoruz: Asıl adı Mahmûd olan bu zatın babası İsrail, bir Osmanlı emiri, bir gazi ve de 1361’de Edirne fethedildikten sonra ele geçirilen Dimetoka’ya bağlı Simavna veya Samavna denilen beldenin de ilk kadısıdır. Burada kadılık yaparken oğlu Mahmûd dünyaya gelmiş ve adına İbn-i Kâdî Simavna veya Simavna Kadısı oğlu denmiştir. Bunun Kütahya Simav ile ilgisi yoktur. Tahsilini Kadi-zâde-i Rumî ile birlikte onun babasının yanında yapan ve sonra da Kahire’ye giderek başta Seyyid Şerif Cürcânî olmak üzere büyük âlimlerden ders okuyan Mahmûd, Kahire’de inzivada olan Hüseyin-i Ahlâtî’den tasavvuf dersi almış ve Timur’un huzurunda yapılan ilmî tartışmada İslâmî ilimlere olan vukufunu ispatlamıştır. Bu arada Tebriz ve ilim merkezi Kazvin’e uğrayan Şeyh, orada bazı nakillere göre Bâtınîlik fikirlerinin etkisinde az da olsa kalmıştır. 1397 yılında şeyhi Hüseyin Ahlâtî’nin vefatı üzerine onun yerine geçen Şeyh Bedreddin, daha sonra Anadolu’ya gelmiş ve nihayet özellikle İslâm Hukuku konusundaki uzmanlığından dolayı Sultân Musa’nın Kazaskerliğine tayin edilmiştir.
Sultân Musa tasfiye edilince Şeyh Bedreddin çoluk çocuğuyla birlikte, 1000 akçe maaşla İznik’e getirilmiş ve gereken saygı gösterilmekle beraber, göz hapsinde tutulmuştur. Daha evvel anlattığımız gibi, Börklüce Mustafa denilen ve Dede Sultân diye de bilinen alevi dedesinin isyanı, bunu Torlak Kemal denilen bir Yahudi dönmesinin takip etmesi ve Şeyh Bedreddin’in de bunlarla olan irtibatı, Şeyh’in gizli bir şekilde Rumeli’ye geçmesine, Eflak Beyine sığınmasına ve neticede ortaya çıkan bu Alevî isyanının reisi gibi görünmesine yol açmıştır.
Önemle ifade edelim ki, Şeyh Bedreddin aslında alevi falan değildir. Bunun en büyük delili, hem neslinin ortada oluşu ve hem de telif ettiği eserleridir. Bunun tek istisnası Vâridât adlı eseridir ki, bunun gerçekten onun tarafından yazılıp yazılmadığı da tartışmalıdır. Gerçek olan Şeyh’in şahlığa heveslenmesi, fesad grubunun içinde yer alması ve de Sultân Mehmed’e isyan edenlerin manevi reisi durumuna düşmesidir.
Şeyh Bedreddin’in eserlerine baktığımızda, İslâm Hukukuna dair Letâif’ül-İşârât başta gelir. İznik’te göz hapsinde iken kaleme aldığı bu eser, Hanefi mezhebi ile alakalı mükemmel bir mukayeseli hukuk kitabıdır. Bunu Câmi’ul-Fusûleyn adlı Üstrûşenî ve İmâdî isimli büyük Hanefi hukukçularının kaleme aldığı Fusûl isimli hukuk eserlerini birleştirerek ve asrın meselelerini de ilave ederek telif ettiği mükemmel bir hukuk kitabı takip eder. Bu zikredilenler ve edilmeyenler, tamamen Sünnî ve Hanefî esaslarına göre kaleme alınmış eserlerdir. Bunlarda Bâtınîlik, Alevîlik veya materyalist bir vahdet’ül-mevcudculukla alakalı tek bir cümle yoktur.
Geriye Vâridât adlı ona isnad edilen tasavvufa dair bir eser kalmaktadır. Bu kitabın ona ait olmadığı ve hatta onu isyan için kullanan bazı bozuk fikirli insanlar tarafından uydurulduğu, ileri sürülen iddialar arasındadır. Ancak bu kitaba baktığımızda, Şeyh Bedreddin’in öteki eserlerinin tam tersine, İslâm’ın temel esaslarına ters düşen ve insanı tamamen dinden çıkarabilecek hususlar bulunmaktadır. Bu eserin bazı yerlerinde Allah’dan ve O’nun peygamberlerinden bahsederken, bazı yerlerde vahdet’ül-vücud’dan ziyâde vahdet’ül-mevcud nazariyesiyle tam bir materyalist gibi hareket ettiği görülmektedir. Alemin ezeli ve ebedi olduğu ileri sürülen aynı eserde, kıyamet inkâr edilmekte ve buna bağlı olarak haşr-i cismânî denilen haşir redd olunmaktadır. Cennet ve cehennemin de inkâr edildiği eserde, melek, cin ve şeytanla alakalı İslâm’ın esasları da tamamen saptırılmaktadır. Eğer bu eser, Şeyh Bedreddin’e ait ise, İslâmiyetin telkin ettiği şekliyle Allah, Peygamber ve ahiret inancı olmayan, eskilerin tabiriyle kadınlar dışında her şeyin insanlar arasında ortak olduğuna inanan İbâhiyye mezhebinin mensubu bulunan bir zındık ve mülhid karşımızda demektir.
Acaba Şeyh Bedreddin bu mudur? Bu soruya hemen evet diye cevap vermek çok zordur. Zira hapisteyken yani idamından bir kaç sene önce kaleme aldığı İslâm Hukuku eserinde tam bir ehl-i sünnet gibi İslâm’ın esaslarını anlatan bir âlimin bir iki sene içinde bu hale gelmiş olması akla zor gelmektedir. Nitekim Sa’deddin Teftezânî’nin talebesi olan Mevlânâ Haydar Herevî, ilim meclisinde Şeyh Bedreddin ile tartışmış, Kur’ân, sünnet ve diğer kaynaklara dayanarak Şeyh’i ilzâm etmiş ve bizzat Şeyh Bedreddin’in kendi suçunun cezasını ikrâr ettikten sonra ıslâh-ı âlem ve hıfz-ı nizâm-ı Beni Âdem için idamına fetvâ vermiştir. Çoğu Osmanlı tarihçilerinin kanaati de bu yöndedir.
O halde karşımızda bir kaç tane Şeyh Bedreddin vardır: Birincisi, Sünnî-Hanefi İslâm Hukukçusu ve eserleri âlimlerce asırlarca ders kitabı olarak okutulan ve Musa Çelebi’nin Kazaskeri olan Şeyh Bedreddin’dir. İkincisi, İslâm’ın temel esaslarını reddeden, Simavîler diye bilinen müritleri namaz ve oruç gibi İslâm’ın hükümlerinden habersiz bulunan ve en önemlisi de vahdet’ül-mevcudcu yani neredeyse panteist ve inkârcı bir Şeyh Bedreddin’dir. Üçüncüsü, kerametleri olan veli ve mutasavvıf bir Şeyh Bedreddin’dir. Dördüncüsü ise, toplumda karışıklık çıkaranların rehberi olan, bu vesileyle aslında Alevî olmadığı halde Anadolu’da isyan eden Alevî grupların mercii haline gelen ve şeyhliği Şahlığa değiştirmek isteyen ihtilâlci Şeyh Bedreddin’dir.
Osmanlı kaynaklarından ve Ebüssuud’un fetvâsından anladığımız, Şeyh Bedreddin’e ait gibi görünen bu şahsiyetlerden birincisi ve dördüncüsünün birleştirilerek kabul edilmesi şeklindedir. Yani Şeyh Bedreddin, büyük bir İslâm âlimidir; alevî değildir; Kazvin’de Bâtınîlikden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir; Osmanlının kargaşa döneminde tahriklere aldanmış ve isyancı Alevîlerin ve hatta Alevîlerin de kabul edemeyeceği vahdet’ül-mevcudcu bir dalalet grubunun dairesine girmiş ve neticede kamu düzeni gereği isyanı sebebiyle idama mahkum edilmiştir; Vâridât’ın böyle bir âlimin eseri olmasını akıl kabul etmemektedir. Ebüssuud’un sorulan bir soruya verdiği cevapta “Anın müridlerinden olan kâfirlerdir’ demek lâzımdır; Sâir kefere gibi adın anmayub la’net etmeyüb kendi halinde olan Müslüman kâfir olmaz” demesi çok manidardır. Herevî’nin idam fetvâsında, ısrarla “insanları bilerek dalâlete sevk edenlerden olduğunu isbat etmesi” de önemlidir. Fakat, Âli ve benzeri tarihçiler, Bedreddin’in büyük bir âlim olduğunu, devlete isyanının çevresinin planlarına ve yapılan isnadlara dayandığını açıkça ifade etmekte ve Şeyh Bedreddin’i övmektedirler
Kanaatimize göre ifrat da tefrit de doğru değildir. Meseleyi olduğu gibi yansıtmaya çalışmak en güzelidir. Bu sebeple Şeyh Bedreddin’i yakından tanımak en doğrusudur. Hayatı hakkında en geniş bilgiyi torunu Halil tarafından Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin adıyla kaleme alınan eserden öğreniyoruz. Şeyh Bedreddin hakkında şunları biliyoruz: Asıl adı Mahmûd olan bu zatın babası İsrail, bir Osmanlı emiri, bir gazi ve de 1361’de Edirne fethedildikten sonra ele geçirilen Dimetoka’ya bağlı Simavna veya Samavna denilen beldenin de ilk kadısıdır. Burada kadılık yaparken oğlu Mahmûd dünyaya gelmiş ve adına İbn-i Kâdî Simavna veya Simavna Kadısı oğlu denmiştir. Bunun Kütahya Simav ile ilgisi yoktur. Tahsilini Kadi-zâde-i Rumî ile birlikte onun babasının yanında yapan ve sonra da Kahire’ye giderek başta Seyyid Şerif Cürcânî olmak üzere büyük âlimlerden ders okuyan Mahmûd, Kahire’de inzivada olan Hüseyin-i Ahlâtî’den tasavvuf dersi almış ve Timur’un huzurunda yapılan ilmî tartışmada İslâmî ilimlere olan vukufunu ispatlamıştır. Bu arada Tebriz ve ilim merkezi Kazvin’e uğrayan Şeyh, orada bazı nakillere göre Bâtınîlik fikirlerinin etkisinde az da olsa kalmıştır. 1397 yılında şeyhi Hüseyin Ahlâtî’nin vefatı üzerine onun yerine geçen Şeyh Bedreddin, daha sonra Anadolu’ya gelmiş ve nihayet özellikle İslâm Hukuku konusundaki uzmanlığından dolayı Sultân Musa’nın Kazaskerliğine tayin edilmiştir.
Sultân Musa tasfiye edilince Şeyh Bedreddin çoluk çocuğuyla birlikte, 1000 akçe maaşla İznik’e getirilmiş ve gereken saygı gösterilmekle beraber, göz hapsinde tutulmuştur. Daha evvel anlattığımız gibi, Börklüce Mustafa denilen ve Dede Sultân diye de bilinen alevi dedesinin isyanı, bunu Torlak Kemal denilen bir Yahudi dönmesinin takip etmesi ve Şeyh Bedreddin’in de bunlarla olan irtibatı, Şeyh’in gizli bir şekilde Rumeli’ye geçmesine, Eflak Beyine sığınmasına ve neticede ortaya çıkan bu Alevî isyanının reisi gibi görünmesine yol açmıştır.
Önemle ifade edelim ki, Şeyh Bedreddin aslında alevi falan değildir. Bunun en büyük delili, hem neslinin ortada oluşu ve hem de telif ettiği eserleridir. Bunun tek istisnası Vâridât adlı eseridir ki, bunun gerçekten onun tarafından yazılıp yazılmadığı da tartışmalıdır. Gerçek olan Şeyh’in şahlığa heveslenmesi, fesad grubunun içinde yer alması ve de Sultân Mehmed’e isyan edenlerin manevi reisi durumuna düşmesidir.
Şeyh Bedreddin’in eserlerine baktığımızda, İslâm Hukukuna dair Letâif’ül-İşârât başta gelir. İznik’te göz hapsinde iken kaleme aldığı bu eser, Hanefi mezhebi ile alakalı mükemmel bir mukayeseli hukuk kitabıdır. Bunu Câmi’ul-Fusûleyn adlı Üstrûşenî ve İmâdî isimli büyük Hanefi hukukçularının kaleme aldığı Fusûl isimli hukuk eserlerini birleştirerek ve asrın meselelerini de ilave ederek telif ettiği mükemmel bir hukuk kitabı takip eder. Bu zikredilenler ve edilmeyenler, tamamen Sünnî ve Hanefî esaslarına göre kaleme alınmış eserlerdir. Bunlarda Bâtınîlik, Alevîlik veya materyalist bir vahdet’ül-mevcudculukla alakalı tek bir cümle yoktur.
Geriye Vâridât adlı ona isnad edilen tasavvufa dair bir eser kalmaktadır. Bu kitabın ona ait olmadığı ve hatta onu isyan için kullanan bazı bozuk fikirli insanlar tarafından uydurulduğu, ileri sürülen iddialar arasındadır. Ancak bu kitaba baktığımızda, Şeyh Bedreddin’in öteki eserlerinin tam tersine, İslâm’ın temel esaslarına ters düşen ve insanı tamamen dinden çıkarabilecek hususlar bulunmaktadır. Bu eserin bazı yerlerinde Allah’dan ve O’nun peygamberlerinden bahsederken, bazı yerlerde vahdet’ül-vücud’dan ziyâde vahdet’ül-mevcud nazariyesiyle tam bir materyalist gibi hareket ettiği görülmektedir. Alemin ezeli ve ebedi olduğu ileri sürülen aynı eserde, kıyamet inkâr edilmekte ve buna bağlı olarak haşr-i cismânî denilen haşir redd olunmaktadır. Cennet ve cehennemin de inkâr edildiği eserde, melek, cin ve şeytanla alakalı İslâm’ın esasları da tamamen saptırılmaktadır. Eğer bu eser, Şeyh Bedreddin’e ait ise, İslâmiyetin telkin ettiği şekliyle Allah, Peygamber ve ahiret inancı olmayan, eskilerin tabiriyle kadınlar dışında her şeyin insanlar arasında ortak olduğuna inanan İbâhiyye mezhebinin mensubu bulunan bir zındık ve mülhid karşımızda demektir.
Acaba Şeyh Bedreddin bu mudur? Bu soruya hemen evet diye cevap vermek çok zordur. Zira hapisteyken yani idamından bir kaç sene önce kaleme aldığı İslâm Hukuku eserinde tam bir ehl-i sünnet gibi İslâm’ın esaslarını anlatan bir âlimin bir iki sene içinde bu hale gelmiş olması akla zor gelmektedir. Nitekim Sa’deddin Teftezânî’nin talebesi olan Mevlânâ Haydar Herevî, ilim meclisinde Şeyh Bedreddin ile tartışmış, Kur’ân, sünnet ve diğer kaynaklara dayanarak Şeyh’i ilzâm etmiş ve bizzat Şeyh Bedreddin’in kendi suçunun cezasını ikrâr ettikten sonra ıslâh-ı âlem ve hıfz-ı nizâm-ı Beni Âdem için idamına fetvâ vermiştir. Çoğu Osmanlı tarihçilerinin kanaati de bu yöndedir.
O halde karşımızda bir kaç tane Şeyh Bedreddin vardır: Birincisi, Sünnî-Hanefi İslâm Hukukçusu ve eserleri âlimlerce asırlarca ders kitabı olarak okutulan ve Musa Çelebi’nin Kazaskeri olan Şeyh Bedreddin’dir. İkincisi, İslâm’ın temel esaslarını reddeden, Simavîler diye bilinen müritleri namaz ve oruç gibi İslâm’ın hükümlerinden habersiz bulunan ve en önemlisi de vahdet’ül-mevcudcu yani neredeyse panteist ve inkârcı bir Şeyh Bedreddin’dir. Üçüncüsü, kerametleri olan veli ve mutasavvıf bir Şeyh Bedreddin’dir. Dördüncüsü ise, toplumda karışıklık çıkaranların rehberi olan, bu vesileyle aslında Alevî olmadığı halde Anadolu’da isyan eden Alevî grupların mercii haline gelen ve şeyhliği Şahlığa değiştirmek isteyen ihtilâlci Şeyh Bedreddin’dir.
Osmanlı kaynaklarından ve Ebüssuud’un fetvâsından anladığımız, Şeyh Bedreddin’e ait gibi görünen bu şahsiyetlerden birincisi ve dördüncüsünün birleştirilerek kabul edilmesi şeklindedir. Yani Şeyh Bedreddin, büyük bir İslâm âlimidir; alevî değildir; Kazvin’de Bâtınîlikden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir; Osmanlının kargaşa döneminde tahriklere aldanmış ve isyancı Alevîlerin ve hatta Alevîlerin de kabul edemeyeceği vahdet’ül-mevcudcu bir dalalet grubunun dairesine girmiş ve neticede kamu düzeni gereği isyanı sebebiyle idama mahkum edilmiştir; Vâridât’ın böyle bir âlimin eseri olmasını akıl kabul etmemektedir. Ebüssuud’un sorulan bir soruya verdiği cevapta “Anın müridlerinden olan kâfirlerdir’ demek lâzımdır; Sâir kefere gibi adın anmayub la’net etmeyüb kendi halinde olan Müslüman kâfir olmaz” demesi çok manidardır. Herevî’nin idam fetvâsında, ısrarla “insanları bilerek dalâlete sevk edenlerden olduğunu isbat etmesi” de önemlidir. Fakat, Âli ve benzeri tarihçiler, Bedreddin’in büyük bir âlim olduğunu, devlete isyanının çevresinin planlarına ve yapılan isnadlara dayandığını açıkça ifade etmekte ve Şeyh Bedreddin’i övmektedirler